Tuesday, September 16, 2008

TSK nereye koşuyor


Çağdaş bir demokrasi ve hukuk devleti geleneğine sahip olamayan toplumların dünya algılayışları, bu şansa erişebilmiş eşdeğerlerine göre ciddi farklılıklar gösterebilmekte. Nitekim demokratik toplumlarda özgürlüklerin yaşanması noktasında normal karşılanan pek çok talebin, otoriter bir yönetimi kanıksamış kitlelerde ciddi çatışmalar yaratabildiğini görebiliyoruz.

Son dönemlerde Türkiye’de de benzer bir ayrışma yaşandığını, hatta bunun toplumu ciddi bir kutuplaşmaya sürüklediğini söylemek mümkün. Bu derin sosyal çatlamanın statükocu kanadını oluşturan kesimlerin, reform yanlısı kitlelere göre azınlıkta kalmış olduğu bir gerçek. Ancak buna karşın söz konusu sınıfın hâlâ hatırı sayılır bir güce sahip olduğu ve geçmişten gelen etkinliğini elden bırakmaya pek de niyetli olmadığı ortada.

Bir süredir Türkiye’deki siyasi ortamın normalleşme eğilimine girecekmiş gibi görünmesinin, sivilleşmeden pek de hazzetmeyen bu cenah açısından ciddi bir can sıkıntısı yarattığı görülebiliyor. Çünkü normalleşen ve kendi kuralları içerisinde işlemeye başlayan bir siyaset alanı, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan geleneksel devlet oligarşisinin giderek zayıflaması anlamına geliyor. Özellikle de siyasal iktidarın, statükonun en ciddi dayanak noktalarından biri olan cumhurbaşkanlığı makamını “ele geçirdiği” düşünüldüğü zaman.

Bu noktada, statükocular için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her zamankinden daha fazla bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zira eski kaleler “kaybedilse” dahi, TSK’nın siyasi erke tek başına karşı koyabilecek kadar güçlü olduğuna dair inançlarını sürdürüyorlar. TSK’nın yeni komuta kademesinin eylemleri de, bu kesimin sararmaya yüz tutmuş umutlarını tekrar yeşertebilecek nitelikte.

Meşruiyet sıkıntısı

Tıpkı bireylerde olduğu gibi, kurumlarda da zihinsel yapıların oldukça katı, alışılagelmiş düşünce kalıplarının evrim geçirmesinin ise bir hayli zor olduğunu bilmekteyiz. Hiç şüphesiz TSK da bu konularda bir istisna teşkil etmiyor. Bu nedenle uzun sayılabilecek bir sessizliğin ardından orduda yaşanan son hareketlenme, kemikleşmiş bir vesayetçi anlayışının yeniden kıpırdanması olarak değerlendirilebilir.

Ne var ki bu çıkışlar, ordunun demokratikleşme ve hukuk devleti karşısındaki çabalarının ne denli anlamlı olduğunun sorgulanmasını da kaçınılmaz kılıyor. Çünkü tarihsel dinamikler, toplumsal hareketlerin karşı konulamaz gücünün her türlü dokuyu er ya da geç değişime zorlayacağını bize söylemekte. Bu nedenle değişim karşıtı duruşun ne kadar sürdürülebileceği ciddi bir soru işareti.

Bunun yanında, ordunun eylemlerinin kamuoyu nezdinde ikna edici bir meşruiyete dayanacak biçimde oluşturulması, söz konusu duruşun kabul görebilmesi için mutlak bir zorunluluk gibi görünüyor.

27 Nisan e-muhtırasının ardından yapılan genel seçimlerde iktidarın almış olduğu büyük halk desteği, bu meşruiyetin artık kaba bir Kemalist söylem ile sağlanamayacağını açıkça ortaya koymuştu. Dolayısıyla ordunun kendini meşru gösterebilecek daha zengin söylemlere ihtiyacı olduğu bir gerçek.

Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner’in geçtiğimiz ay düzenlenen devir-teslim töreninde yaptığı konuşma, bu alanda bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Bilindiği üzere bu konuşma, son dönemin popüler kavramları olan “küreselleşme”, “postmodernizm” ve “asimetrik tehditler” gibi çokça tartışılan öğelerle bezenmiş bir içeriğe sahipti.

Belki de bu görüntüyü, TSK’nın dünya algılayışının yalnızca sığ bir slogancılıkla değil, entelektüel fikirler bütünüyle şekillenmiş olduğu izlenimini vermenin bir çabası olarak da değerlendirebiliriz. Nitekim TSK’ya yakınlığıyla bilinen Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı da 12.09.2008 tarihli yazısında Işık Koşaner’i överek ordudaki bu yeni “irdeleme süreci”nin “uç liberal görüş yanlıları”nı tedirgin ettiğini iddia ediyor.

Hal böyleyken, liberalleri bu denli endişeye sevk eden değerlendirmelerin ne olduğunu merak etmemek olanaksız. Zira TSK’nın entelektüel saptamalarda ne kadar derinleşebildiğini ve ileride nasıl bir yol izlemeye niyetli olduğunu, bu orijinal savları inceleyerek tespit etmek mümkün olabilir.

Bireysel hak ve özgürlükler

Org. Işık Koşaner’in konuşmasında bizi ilgilendiren ilk husus, Türkiye’nin en ciddi sorunlarından birisi olan hak ve özgürlükler noktasında yapmış olduğu saptama.

Koşaner’in bu konudaki ifadeleri şu şekilde:

“...Bireysel kalmak ve ulus devlet yapısına zarar vermemek kaydıyla, kültürel zenginliklerin yaşanması için yapılan düzenlemeler, daha fazla demokrasi söylemleriyle toplumsal talepler haline getirilip siyasal alana götürülmeye çalışılmamalı, kutuplaşma ve ayrılaşmaya meydan verilmemeli ve ülke güvenliği tehlikeye atılmamalıdır. Teröre karşı yürütülen mücadelede ana hedef, örgüte ve destekçilerine terörle hedeflerine ulaşamayacaklarını göstererek başarı umutlarının yok edilmesidir...”

Anlaşıldığı kadarıyla Işık Koşaner, meşru kültürel taleplerin bireysel düzlemden genele kaydırılması halinde ülke güvenliğinin tehdit altına girebileceğinden endişe ediyor ve bunların makro düzeyde gündeme alınmaması gerektiğine özellikle vurgu yapıyor. Aksi halde bir ayrımlaşmanın ortaya çıkabileceğinden kaygılanan Koşaner, bu çeşit bir durumun PKK’nın işine yarayacağının da altını çiziyor.

TSK’nın bireysel hak ve özgürlük taleplerine bile uzun zaman şüpheyle yaklaştığı düşünüldüğünde, bu sözlerin belli bir aşamayı ifade ettiği düşünülebilir.

Ne var ki böyle bir tespit hayli iyimser ve temelsiz olmaya mahkum. Çünkü Koşaner’in ortaya çıkmasından endişe duyduğu toplumsal düzlem hem demokratik toplumun vazgeçilemez bir gereği, hem de bireysel düzlemlerin açık bir bileşiminden başka anlama gelmiyor.

Örneğin kültürel haklar bağlamında şikayeti bulunan bir Kürt vatandaşının, benzer sıkıntıları paylaşan diğer bireylerle bir araya gelerek daha geniş bir düzlemde konuyu gündeme taşıması, bizzat kendi temel hak ve özgürlüklerin vazgeçilemez bir parçası. Benzer şekilde gayrı müslim vatandaşların taşınmazlarıyla ilgili sorunlarını dile getirmeleri ve meseleyi genel bir talep olarak siyasi arenada tartışmaya açmaları, birey olmanın sağladığı hukukun kullanılmasından farklı bir mana ifade etmiyor.

Dolayısıyla demokratik kitlesel taleplere getirilecek kısıtlamaları savunmak, bireysel özgürlüklerin de budanması gerektiğini ima ediyor. Böyle bir durum, hiç şüphesiz devleti oluşturan hakim zihniyetin hazzetmediği problemleri hasıraltı etmekle ve vatandaşları da bu duruma razı bireyler haline sokmakla eşdeğer.

Bu da çok açık bir biçimde otoriterliğin normalleşmesi demek.

Oysa toplumun, Koşaner’in düşündüğünün aksine oldukça demokrat bir pozisyonda konumlanma eğiliminde olduğunu söylemek mümkün. Üstelik bu demokrat ivme, bireylerin diğer farklı kimliklerin haklarına eskisi gibi kayıtsız kalmadıklarına tanık olmamızı sağlayacak kadar da güçlü görünüyor. Muhafazakarların hatırı sayılır bir kısmının Kürt sorununda reformist bir tutum takınması veya sosyalistlerin kayda değer bir bölümünün türban serbestisine ateşli bir biçimde destek çıkması, bu eğilimin sayısız örneklerinden sadece ikisi.

Etnik çeşitlilik

Yeni Kara Kuvvetleri Komutanı’nın siyasi gündeme ilişkin değindiği bir diğer konu da etnik çeşitlilik. Koşaner düşüncelerini şu sözlerle ortaya koyuyor:

“…Ulus ötesi sosyal ve kültürel hareketler ile etnik çeşitlilik, ulusal birlik ve güvenliği tehdit eder hale gelmiştir… Demokrasi ve insan hakları gibi çağdaş değerler de istismar edilerek çok iyi gizlenebilmektedirler. Ulus devletler adeta demokrasi adına dağılmaya, insan hakları adına da bölünmeye mahkum edilmektedirler...”

Küreselleşmenin, farklılıkların rahatlıkla ifade edilebildiği bir ortam yarattığını ve çeşitli sivil toplum örgütleri kanalıyla bu farklılıkların kamusal alanlara daha kolay taşınabildiği bir atmosfer meydana geldiğini söyleyebiliriz. Bu şekilde devletlerin hegemonik yapılarını sorgulayan ve ulus devletlerin kendi algılayışlarına göre tanımladıkları kavramlara farklı boyutlar getiren yeni yaklaşımlar da ortaya çıkmakta.

Ancak Koşaner’in savunduğu gibi tüm bunların doğal bir sürecin parçası olmadığını iddia etmek son derece tuhaf kaçıyor. Çünkü sosyal alışverişlerin üst düzeye çıktığı böyle bir süreçte yapıların kendi aralarında etkileşime girmemesi düşünülemez. Bu da, temel hak ve özgürlükler bağlamında çağdaşlarına nazaran yetersiz durumda bulunan kesimlerin daha geniş özgürlük taleplerinde bulunmasını kaçınılmaz hale getiriyor.

Üstelik bu etkileşim sonucu hak taleplerinin artıyor olması veya bunların etnik ya da kültürel öğeler içermesi, söz konusu taleplerin mutlaka temelsiz olduğu anlamına da gelmiyor. Zira kişi temel hukukunun etnik bilinçlenmeyi ve kültürü özgürce yaşayabilme hakkını kapsadığı zaten hukuk devletlerince uzun zamandır kabul edilmekte. Dolayısıyla bu isteklerin genel bir nitelik kazanmasından şikâyetçi olmak, ülke içindeki demokratik ortamın yetersizliğinin bir itirafı gibi duruyor.

Belki de bu noktada asıl sıkıntı, etnik unsurların özgürce ifade bulabileceği yeni bir yapılanmayı tehdit olarak algılayan TSK’nın ulus devleti kutsayan kalıplaşmış fikir yapısı.

Hiç şüphesiz böyle bir duruş şaşırtıcı olmaktan oldukça uzak, çünkü TSK felsefesinin temelinde yatan 1930’ların Kemalist bakış açısının da toplumsal farklılıkları yadsımış olduğunu ve heterojen kimlikleri homojen bir “laik-Türk” kimliğinde eritmeyi amaçladığını bilmekteyiz.

Zaten Org. Işık Koşaner’in konuşmasının ilerleyen bölümünde, bu anlayışın ipuçlarının sergilendiğini görebiliyoruz:

“…Cumhuriyet devrimi ile ümmet toplumdan laik ulus devlete geçişte etnik ve dinsel farklılıklara bağlı olmayan, ancak dil, kültür ve ülkü birliği ortak paydasında buluşan siyasal, hukuksal ve sosyal bir birliktelik sağlanmıştır. Ulus devletimizin var olması ve daha da güçlenmesi, bu ortak paydanın herkes tarafından içtenlikle benimsenmesi ve gözetilmesiyle gerçekleşir. Etnik, kültürel, ideolojik ve benzeri nedenlerle farklılık iddiaları, sadece ulusumuza zarar verir...”

Dikkat edilirse Koşaner, cumhuriyet devrimiyle etnik çeşitliliğe dayanmayan “yeni bir yapı” inşa edildiğinden bahsederek, toplumun özünde var olan farklılıkları zaten zımnen kabul etmiş oluyor. Ancak hemen ardından bunların tekrar ortaya dökülmesinden duyduğu büyük rahatsızlığı dile getirmesi, değişik unsurları yok sayan katı ulus-devlet mantığının adeta günümüzdeki uzantısını resmediyor.

Ne var ki etnik çeşitliliği yok saymak, farklı grupların kendi ırksal farkındalıklarından uzak kalmalarını her zaman garanti edemiyor. Nitekim onlarca yıl görmezden gelinen Kürt meselesinin nihayetinde PKK terörü olarak Türkiye’nin karşısına çıkması bu tespiti destekler nitelikte.

Üstelik ayrılıkçı terörün, kimlik tartışılmalarının ve “farklılık iddialarının” söz konusu dahi olmadığı zamanlarda olgunlaşmış olduğu gerçeği, Koşaner açısından bile son derece çarpıcı olsa gerek.

Postmodern yuvalanmalar

Işık Koşaner’in en ilginç tespitlerinden bir tanesi ise, hiç şüphesiz postmodernizm ile ilgili olanı:

“…Etnik kimlikçilik, cemaatçilik, kültürel farklılık gibi alt kimlikleri ön plana çıkaran girişimlerle ulus devlet yapısı dağıtılmaya çalışılmaktadır. Küresel güçler tarafından kurgulanan ve ülke içi medya, bazı akademik ve sermaye çevreleri ile sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı; ulusal birlik, ulusal değerler ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi yönündeki gayretlerini sürdürmektedirler…”

Toplumdaki büyük zihniyet dönüşümleri, yeni bir dış çevre üreteceği için statükonun eski yapılarının da evrimleşmesini ve yeni dış çevreye uyum sağlamasını zorunlu kılar. Bu genel geçer kural, aynı zamanda bünyelerin statükoya bağımlılığı ne denli fazla ise, yeni düzeni kabullenmelerinin ve kabuk değiştirmelerinin de bir o kadar sancılı olacağı anlamına gelir.

Anlaşılan bu sancıyı en çok hissedecek olan kurumların başında TSK gelmekte. Zira Koşaner’in söyledikleri, modernizmin ardından oluşan yeni dünyayı anlamaktan son derece uzak bir kafa yapısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

İster “postmodern” kavramıyla ifade bulsun, isterse “modernizmin evrimleşmesi” olarak nitelendirilsin, merkeziyetçi ulus devletleri ciddi krizlere sürükleyen bir düşünsel dönüşüm söz konusu. Sayısız akademik çalışmaya konu olan bu gerçekliği “kurgu” olarak nitelemek herhalde talihsizliğin de ötesinde ciddi bir gözü kapalılığı ifade etmekte. Böyle irrasyonel bir tavır, tipik bir kaçış mekanizmasını ve kabullenememe psikolojisini çağrıştırıyor.

Ne var ki tüm hızıyla devam eden bu süreci klasik parametrelere çözümleyebilmek artık olasılık dışı.

TSK’nın ise hâlen 1930’ların klasik modernizm mantığıyla hareket etmekte olduğu düşünüldüğünde ne vesayetçi anlayışı hararetle savunması, ne de ülkenin bekasını tek tipleşmiş vatandaş profilinde araması bize şaşırtıcı geliyor.

Bu öngörüsüzlüklerin, TSK’yı Türkiye toplumu nezdinde daha etkin ve saygıdeğer bir konuma getirmeyeceği son derece açık. Çünkü kabul etmesi zor olsa bile, modernizmin “kutsal ordu” kavramı tıpkı “kutsal devlet” mantığı gibi tarihe gömülüyor.

Dolayısıyla yadsınılan yeni “postmodern” dünyada Türk ordusunun vatandaşlardan göreceği teveccüh artık ürettiği retorikle değil, bireylerin kimliklerine ve inançlarına göstereceği saygıyla doğru orantılı.

TSK’nın bu noktaya ne zaman geleceği ve statükoyu korumak uğruna neleri göze alabileceği hâlen meçhul.

Ancak kesin olan bir şey varsa, o da bu şekilde devam ettiği sürece pek bir şansının olmayacağı ve toplum vicdanındaki yıpranmasının giderek onulmaz bir hale geleceği.

16 Eylül 2008

Friday, August 1, 2008

AK Parti niçin "kapatılamadı"


Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’nin kapatılmamasına yönelik kararı daha uzunca bir süre tartışılacağa benziyor. Bu açıdan farklı kesimlerin kendi ideolojik duruşlarına göre yorumlar yapacağı ve yargı mekanizmasına karşı yeni tutumlar geliştireceği farklı bir sürece girme ihtimalimiz hayli yüksek.

Bunun ilk işaretini Cumhuriyet Halk Partisi İzmir milletvekili Canan Arıtman vermiş durumda.

Arıtman, Anayasa Mahkemesi’nin kararı hakkındaki görüşleri sorulduğunda, yaşadığı büyük hayal kırıklığı ve kızgınlığı şu sözlerle ifade etmiş: “Bundan sonra Türkiye’de yargının rejimin teminatı olup olmayacağı konusunda bende bir soru işareti oluştu. Kişisel görüşüm, Anayasa bir kere delindi. Bunda sonra delik deşik bir Anayasa ve delik deşik Anayasa Mahkemesi olur”.

Arıtman bu değerlendirmesiyle pek çok ulusalcının hislerine tercüman olmuş gibi görünüyor. Zira yüksek yargı ulusalcılar tarafından her zaman laikliğin yılmaz kalelerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin son birkaç yıl içerisinde verdiği kararlar, mahkemenin ne denli siyasallaşmış bir kalıba büründüğünü ve kanunların anayasaya değil, Kemalizm’e uygunluğunu denetler bir hale geldiğini tüm netliğiyle gözler önüne sermişti.

Beklenmeyen Bir Gelişme

Tüm bunların ışığında, bu davanın kapatılmayla sonuçlanmaması için hiçbir neden de görünmemekteydi. Nitekim iddianamenin sunulması sonrası, raportör Osman Can’ın davanın reddine ilişkin görüşüne karşın mahkeme dosyayı işleme almakta fazla tereddüt göstermemişti. Üstelik Anayasa’ya göre ancak vatana ihanet suçuyla yargılanması söz konusu olan cumhurbaşkanının da sekize karşı üç oy çokluğuyla davaya dahil edilmesi uygun bulunmuştu.

Hal böyleyken, çoğunluğu Ahmet Necdet Sezer’in atadığı üyelerden oluşan ve ideolojik yaklaşımları oldukça belli olan bazı yargıçların AK Parti’nin kapatılmaması yönünde oy kullanmış olması hayli ilginç.

Daha da ilginci, evrensel hukuk anlayışında yeri olmayan “odak olma” suçunun işlendiğine, ancak bunun “ağır bir biçimde vuku bulmadığına” kanaat getirilmiş olması.

Yani bir yandan partinin rejimi tehdit eder potansiyeldeki fikirlerin bir araya toplanma yeri olduğunun altı çiziliyor, diğer yandan da bu tehlikenin henüz olgunlaşmamış olduğundan hareketle partiye verilen para cezası ile yetiniliyor.

İşin en çarpıcı yönü ise, bu potansiyeli açığa vurduğu iddia edilen ve bunu eylem ve söylemleriyle göstermiş olan parti yetkililerine hiçbir kişisel yaptırımın öngörülmemiş olması.

Yani AK Parti’li yetkililer tarafından ortaya konan icraat ve ifadelerin suç olmadığı, ama suça meyleder bir psikolojiyi kendi içerisinde barındırdığı gibi tuhaf bir saptama söz konusu.

Böyle bir mantığın, herhangi bir bireyin “suça yatkın olabileceği” varsayımıyla suç sayılacak filleri gerçekleştirmeden önce cezalandırılmasından pek de bir farkı yok. Bu denli gayrı hukuksal ve arkaik bir düşünce tarzının iki binli yıllarda halen geçerli olabileceğini görmek oldukça düşündürücü.

Bunca tuhaflığın ortasında insan doğal olarak, hukuksal bakış açısını çoktan kaybedip siyasallaşmanın doruklarına ulaşmış olan Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti’yi kapatmaktan niçin özellikle imtina etmiş olduğu düşünmeden edemiyor.

Varsayımların Tutarsızlığı

Bu durumu açıklama noktasında biraz “naif” bir tavır takınanlar kabaca iki temel varsayıma dayanmaktalar.

Bunların ilki, kapatmayı gerektirecek bir suç göremeyen mahkeme üyelerinin bu gerçekliği teslim ettikleri ve kendilerine yakışanı yaparak “hukuksal” davrandıkları tezinden yola çıkıyor.

İddianamedeki Danıştay saldırısının şeriatçı bağlantısının boşa çıkmış olması, zaten başörtüsünden başka elle tutulur bir şey bırakmamış vaziyette. Bu konudaki söylemlerin de “düşünce özgürlüğü” bağlamında değerlendirilmesi doğal olduğuna göre, mahkeme üyeleri her türlü ideolojik kaygılarına karşın partinin kapatılmaması yönünde görüş bildirmiş durumdalar.

Ne var ki bu varsayım, mahkemenin bundan iki ay kadar önce başörtüsü serbestisi yönündeki anayasa değişikliğini reddetmiş olduğu gerçeği göz önüne alındığında oldukça havada kalmakta. Zira hukuksal objektifliğe bu denli bağlı oldukları varsayılan Anayasa Mahkemesi üyeleri söz konusu davada yetkilerini açıkça çiğneyerek bir anayasa değişikliğini esastan incelemişler ve bu incelemeyi meşruiyetlerini bizzat kendisinden aldıkları anayasanın amir hükmüne karşı gelerek yapmışlardı.

Üstelik yine anayasada açıkça belirtilmiş olmasına karşın, iptal kararının gerekçesi de açıklanmamıştı.

Aradan geçen dokuz haftalık süreç içerisinde ne mahkemenin dünya görüşünde ne de üyelerin hukuk algılayışında değişim olduğuna dair elimizde bir veri bulunmadığına göre, bu varsayımını kabullenmek için bir neden olmadığını ifade etmek pek de yanlış olmayacaktır.

İkinci ve daha güçlü bir varsayım, mahkemenin Türkiye’nin ekonomik gidişatındaki olası bir bozulmayı ve uluslararası anlamda uğrayacağı prestij kaybını göz önüne alarak siyasi bir değerlendirme yaptığı ve AK Parti’nin kapatılması gerekliliğine inanmasına karşın ülke çıkarlarını düşünerek bundan vazgeçtiği yönünde. Böylece AK Parti’ye ikinci bir şans daha tanınarak Türkiye’nin önünün kapanmaması için gerçek bir fedakârlıkta bulunulmuş durumda.

Ne var ki bu varsayım da Anayasa mahkemesi’nin daha önceki icraatları düşünüldüğü zaman hayli iyimser duruyor. Zira 27 Nisan e-muhtırasının ardından mahkemenin verdiği 367 kararı Türkiye’nin dünyadaki itibarını fazlasıyla sarsmaya ve ülkenin bir yarı-askeri cunta rejimi olarak yaftalanmasına fazlasıyla yetmişti. AK Parti iddianamesi de büyük bir çoğunlukla kabul edilirken de ekonomik sarsıntıya fazla aldırış edilmemişti.

Üstelik hali hazırda AK Parti’nin kapatılacağı olasılığı piyasalarda fiyatlanmışken ve AB’nin tepkileri de göreceli olarak yumuşamış durumdayken, mahkemenin gösterdiği bu “fedakârlık” son derece garip kaçıyor.

Öyleyse, bu kapatmama kararını anlamlandıracak daha güçlü bulgulara ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz.

Muvazzaflar Sorunu

Bu konuda gereksinim duyduğumuz malzemeyi bize “Ergenekon davası” fazlasıyla sağlamakta.

Geçtiğimiz hafta iddianamesi yayımlanan Ergenekon Terör Örgütü’ne üye olmakla suçlanan pek çok ünlü isim arasında, başta örgütün lideri olmakla itham edilen Veli Küçük olmak üzere bazı emekli subaylar da bulunuyor.

Altıncı dalga tutuklamalarla beraber bu isimlerin arasına 1. Ordu Eski Komutanı Hurşit Tolon ve Jandarma Eski Genel Komutanı Şener Eruygur’un da eklenmiş olması hiç şüphesiz Türk Silahlı Kuvvetlerinde ciddi bir rahatsızlık yaratmış durumda. Zira bu denli yüksek rütbeli emekli subayın örgüt içerisinde yer aldığı iddiası, muvazzaf TSK mensuplarının bazılarının da hali hazırda bu yapılanma içerisinde olabileceklerini ciddi biçimde ima ediyor. Çünkü bu isimlerin çete faaliyetleri esnasında hiçbir muvazzaftan yardım almamış olması veya hali hazırda hiçbir görevli subayla bu yasadışı organizasyon bağlamda ilişki halinde bulunmamaları akla çok yatkın gelen bir durum değil.

Nitekim Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ün de bir nevi zımni kabule yanaştığı Özden Örnek’in darbe günlüklerinden “sarıkız” ve “ayışığı” kod adlı iki darbe girişimi planlandığını bilmekteyiz. Kamuoyundaki genel kanı da günlüklerin iddianamede mutlaka yer alacağı yönündeydi. Böylece Ergenekon oluşumunun ordudaki uzantılarının kovuşturmaya resmen dahil edilmesi ve pek çok farklı rütbelerdeki muvazzafın örgüt üyesi olduklarının deşifre edilebilmesi mümkün olabilecekti.

Ne var ki böyle bir durumun TSK’yı toplum nezdinde ve uluslararası planda ne kadar yıpratacağını öngörebilmek pek de zor değil.

Faili meçhul cinayetlere bulaşan ve bir darbe ortamı yaratabilmek için türlü manipülasyonu meşru sayan illegal bir örgütün kendi mensupları içerisinde de kök salmış olabileceği gerçeği ve bunun tüm çıplaklığıyla ortaya dökülebilme olasılığı Silahlı Kuvvetlerde derin bir endişe ve huzursuzluk yaratmaya fazlasıyla yetiyor.

Dolayısıyla kesin kanıt bulunmamasına karşın şüpheli görüldüğü için ucu açık bırakılan birtakım yargıların aksine iddianamede, “Ergenekon Terör Örgütü’nün TSK ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır” ibaresinin kullanılması, adeta belli bir noktada durulmuş olduğu izlenimini vermesi açısından oldukça dikkat çekici.

Buna ek olarak darbe günlüklerinin beklenenin tersine iddianame kapsamına alınmaması, TSK’nın bu hassasiyetinin dikkate alınmış olduğunun diğer bir göstergesi gibi duruyor.

AK Parti hükümetinin bu soruşturmaya verdiği destek düşünüldüğü zaman, savcılığın böyle bir yola hükümetten bağımsız olarak başvurduğunu söylemek pek mümkün değil. Hükümetin Ergenekon soruşturmasına TSK’yı doğrudan karıştırmama yönünde atmış olduğu olası bir adım ise, bunun mukabilinde ne çeşit taahhütler almış olabileceği sorusunu gündeme getiriyor.

Tüm bu mantık zinciri bize TSK’nın doğrudan veya dolaylı olarak Anayasa Mahkemesi’nin bazı üyelerine AK Parti’nin kapatılmaması yönünde bir telkinde bulunmuş olabileceğini fazlasıyla ima etmekte. Üstelik TSK’nın Anayasa Mahkemesi üyeleriyle böyle bir dirsek temasında olamayacağını söylemek de mümkün değil çünkü bir süre önce ortaya çıkarılan Paksüt – Başbuğ buluşması hâlâ anlamlı bir örnek karşımızda duruyor.

Eğer böyle bir ilişki söz konusuysa, ortaya çıkan sonucun bu ilişkinin varlığı konusunda mümkün olduğunca şüphe uyandırmayacak bir içeriğe sahip olması büyük önem taşımakta. Bu açıdan mahkeme üyelerinin oy dağılımındaki radikal bir değişimin göze batma ihtimali oldukça yüksek olabilirdi.

Nitekim 6’ya karşı 5 gibi bir sonucun ortaya çıkmış olması oldukça mantıklı görünüyor. Böylece hem AK Parti’nin kapatılmamasına karşın kıl payı kurtulmuş olduğu görüntüsü veriliyor, hem de ulusalcı muhalefete çoğunluk üyelerinin karşı yönde oy kullanmış olmasıyla bir söylem üretme imkânı tanınıyor. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin Demokles’in kılıcı gibi her an AK Parti’nin tepesinde durduğu izlenimi de kamuoyuna yeterince yansıtılmış oluyor.

Kaybeden Ulusalcılar

Bu koşullar altında Ergenekon soruşturmasının artık muvazzaflara dokunma olasılığı oldukça düşük görünüyor. Ancak aleyhlerinde kuvvetli deliller bulunan ve faaliyetleri deşifre edilmiş olan başta Veli Küçük olmak üzere birçok emekli subayın gözden çıkarıldığı aşikâr. Bu yasadışı çetenin muvazzaflar arasındaki uzantılarını uzun vadede temizleme görevi ise TSK’nın kendisine düşüyor. Zira artık TSK’nın bu denli ağır bir yükü taşıması pek mümkün görünmüyor.

Kendisine siyaset dışı yeni bir konum belirlemeye istekli görünen TSK için bu hem oldukça mantıklı duruyor, hem de siyasetin asıl zeminine kayması açısından benimsenmesi gerekli bir tavrı ifade ediyor.

Bu bağlamda önümüzdeki dönemin Yüksek Askeri Şura toplantılarında terfi edilmeyen veya emekliliğe sevk edilen pek çok muvazzafla karşılaşmamız çok şaşırtıcı olmayacaktır.

Tüm bu karmaşık denklem içerisinde kaybeden tek kesim ise, tüm kartlarını siyaset dışı unsurların müdahalesi üzerine oynamış olan ulusalcılar. Çünkü TSK’nın kendini siyaset arenasının dışına çekmesi ve yargının ideolojik bakış açısını terk etmek durumunda kalması, siyasetin normalleşme sürecine girdiğini ima ediyor. Normalleşmeye başlayan siyaset ortamı da, bu ortamda yer alan aktörleri “gerçek siyaset” üretmeye mecbur bırakan bir niteliğe sahip.

Sürekli olarak siyaset dışı unsurlardan medet uman güdük bir politik yaklaşımın böyle bir süreçte etkinliğini kademeli olarak yitirmesi ve ufalanması kaçınılmaz.

Dolayısıyla ulusalcılar AK Parti’nin odak olduğunun tescillendiği tesellisiyle avunadursun, Canan Arıtman’ın sözlerinde ifade bulan onulmaz karamsarlık hali bu gerçekliğin açık bir itirafından başka bir anlama gelmiyor.

1 Ağustos 2008

Monday, June 23, 2008

Batılılaşma bağlamında Kemalizm ve Ulusalcılık


Çağdaş uygarlığın vazgeçilmez gereklerinden biri olan demokratik toplumun tesisi söz konusu edildiğinde yan çizenlerin, devamlı olarak tam bağımsız bir Türkiye’den bahsetmeleri elbette bir tesadüf olmaktan uzak. Zira tam bağımsızlık kulağa oldukça hoş gelen, ancak ona vurgu yapanların zihniyetlerinde farklı yönlerde araçsallaştırılabilecek bir kavram. Özellikle de söz konusu zihniyet otoriter bir yönetimin sürekliliğini ima etmekteyse.

Bu gerçekliği en çarpıcı şekliyle, tam bağımsızlık kavramını sıklıkla kullanan ulusalcı bakış açısında gözlemleyebilmek mümkün.

Ulusalcı felsefe, post modern dinamiklerin tüm dünyayı şekillendirdiği ve küreselleşmenin daha demokrat ve katılımcı yapıları zorladığı günümüzde içe kapanmacı ve baskıcı bir düzenin savunucusu olarak ön plana çıkmakta. Bu nedenle ulusalcılar Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine kesinlikle karşılar ve AB’nin Türkiye’ye “dayattığı” demokratik ve hukuksal açılımların ülkeyi bölmeyi ve ele geçirmeyi ifade eden büyük bir komplonun parçası olduğunu ileri sürmekteler.

Ne var ki günümüzün siyasal ve toplumsal çevresi statik olmaktan son derece uzak. Dolayısıyla da yeni dinamiklerin yarattığı olgulara “karşı duruş” sergileyenlerin ciddiye alınabilmeleri için alternatif çözümler ortaya koyabilmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda ulusalcıların ürettiği alternatif son derece basit ve yüzeysel: “her türlü dinamiği M. Kemal Atatürk dönemine referans vererek algılamak ve o dönemki uygulamalara göre sorunları çözümlemeye çalışmak”.

Hal böyle olunca da söz konusu dönemde hayata geçirilen politikaların tamamının mutlak doğruluğunu ve ebedi geçerliliğini peşinen kabullenmek bir zorunluluk haline geliyor, yoksa bu bakış açısının çökmesi ve anlamsızlaşması kaçınılmaz oluyor.

Böyle bir durum da, doğal olarak bizlere ulusalcıların M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarına karşı samimiyetlerini sınamak için bir imkan sağlıyor. Bu bağlamda 1923 – 1938 arası dönemde Atatürk’ün batının temsil ettiği değerler ve bakış açısına karşı nasıl bir politika izlemiş olduğu kritik bir öneme sahip. Zira söz konusu zaman dilimi ulusalcılar tarafından “tam bağımsızlığın doruklarına ulaşıldığı dönem” olarak kabul ediliyor.

M. Kemal Atatürk’ün dünya görüşünü yansıtan ilke ve devrimlerinin hayata geçirildiği dönemin düşünsel temelleri için pek çok tespitte bulunabilmek mümkün. Bunlardan bir tanesi de, kökleri Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler zamanına dek uzanan modernleşme ve batılılaşma hareketlerinin en açık şekliyle hayata geçirildiği dönemin bu zaman dilimine denk gelmiş olduğudur.

Buna ek olarak M. Kemal Atatürk’ün batılılaşma konusunda Osmanlı modeline göre daha radikal bir tavır aldığını da görmekteyiz. Nitekim kendisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en üstün döneminde bile Batı’ya yüz çevirmiş olmasını ciddi bir hata olarak nitelendirmektedir:

Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir ve bir ulusun ilerlemesi için de bu yegane uygarlığa bakılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Batı’ya karşı elde ettiği muzafferiyetler nedeniyle üstünlük duygusuna kapılarak kendini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrarlamayacağız”*.

Böyle bir arka plan dahilinde, zamanın bazı aydınlarının savunduğu üzere batılılaşma hareketlerinin yalnızca bir teknoloji transferinden ibaret kalmayacağını kestirebilmek pek de güç değildi. Nitekim öyle de oldu ve Osmanlı modernleşmesinde bir araç olarak kullanılan batılılaşma kısa bir zamanda cumhuriyet kadrolarınca bir amaç haline getirildi ve çağdaş bir toplumun olmazsa olmaz şartı olarak benimsendi. (Hiç şüphesiz bu durum, Osmanlı modernleşme çabalarıyla cumhuriyet batılılaşmasını ayrıştıran temel faktör olarak karşımıza çıkmaktadır).

Buna paralel olarak, ülkeyi geri kalmışlığa mahkum ettiğine inanılan Osmanlı toplumu fikir ve dünya algılayışının büyük ölçüde ortadan kaldırılmasını ve yerine batılı bir yaşam ve düşünce tarzının ikame edilmesini amaçlayan politikalar da son hızla hayata geçirildi.

Bu doğrultuda tasarlanan yeni yapının hukuksal temelini Avrupa’dan değişikliğe uğratılmadan getirilen Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu ve Medeni Kanun gibi bütünler oluştururken, kıyafette yapılan yenilikler, Latin harflerinin kabulü, hafta tatilinin Pazar gününe alınması, Soyadı Yasası, uluslararası takvime geçilmesi ve çok sesli Batı müziğinin benimsenmesi gibi geniş bir batılılaşma pratiğin de ayrıca uygulamaya konduğuna tanık olmaktayız.

Tüm bunların ışığında, Kemalist devrimin modernleşmeyi batılı yaşam tarzı üzerinden okuduğunu, batılı bakış açısını içselleştirdiğini ve toplumu bu yönde kanalize etmek için şekillendirici bir uğraş verdiğini net bir biçimde söyleyebilmek mümkün.

Günümüzde bu politikanın başarısı, Prof. Dr. Şerif Mardin’in “imam – öğretmen” ayrışmasında ifade ettiği gibi tartışmalı olsa da, şehirli kitlelerin büyük ölçüde batılı bir yaşam biçimini benimsemiş olduklarını görmekteyiz. Çoğunluğu oluşturan muhafazakar tabakanın ise geleneklerini korumakla birlikte küreselleşmenin de etkisiyle kabuk değiştirdiğine ve söz konusu yaşam tarzı konusunda eskisi kadar yadırgayıcı olmadığına tanık oluyoruz.

Dolayısıyla işin pozitivist boyutu bir kenara bırakıldığında, batıyla bütünleşme ülküsünün en azından toplumsal zihniyet nezdinde başarısızlığa uğradığını iddia edebilmek pek de kolay değil. Tam da bu noktaya vurgu yapan ünlü tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis de Türkiye’nin kamu hayatının önemli alanlarında batılılaştırıcı devrimin başarıya ulaştığını ve geri dönülemez bir dönüşümü başardığını dile getiriyor. **

Bu tarihsel ve sosyolojik tespitler karşısında, ulusalcılığı savunanların batıya dayalı çağdaşlaşma ve yenilenme çabalarına karşı takındıkları tavırlara M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarını örnek göstermeleri doğal olarak son derece ciddi bir tutarsızlığa işaret ediyor. Özellikle de sivil bir anayasa çatısı altında kanunları AB müktesebatına uygun hale getirmeye çalışan siyasi erkin ihanetle suçlanması, cumhuriyetin erken dönemlerinde en temel kanunların bizzat Atatürk’ün emriyle Avrupa’dan doğrudan intikal ve tercüme edildiği göz önünde bulundurulduğunda son derece ironik.

İşte bu noktada, ulusalcı bakış açısının M. Kemal Atatürk’ün dinamik duruşuna karşı ne denli statik bir noktada olduğunu görebilmek mümkün.

Hatta belki de ulusalcılık, Kemalizm’in öngördüğü batılı şekilsel değişimi gerçekleştirmiş, ancak çok daha hayati olan zihinsel dönüşümde güdük kalmış bir kitleyi bizlere tanımlıyor. Çünkü karşımızda batılılaşmayı 1930’ların otoriter ve pozitivist Avrupa’sı üzerinden anlamlandıragelmiş ve orada takılıp kalmış bir anlayış söz konusu. Elbette Kemalizm’in de o yılların pozitivist anlayışından doğal olarak etkilenmiş olduğu muhakkak, ancak aynı zamanda süregelen bir toplumsal dinamizmi ve batı zihniyetli bir “inkılapçılığı” arzulamış olduğu da bir vakıa. Hatta M. Kemal’in 1920’lerdeki demokrasi denemelerinin bile bugünkü ulusalcı anlayıştan çok ileri bir noktayı ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ulusalcıların batılılaşmaya karşı çıkarken kullandıkları bir diğer argüman ise, milli mücadelenin batının desteklediği unsurlara karşı yapıldığından hareketle Kemalist devrimin batı karşıtı bir “tam bağımsızlık” hareketi olduğu yönünde. Ancak bu argüman daha temelden sakat, çünkü genç cumhuriyet rejiminin uyguladığı batılılaşma politikası milli mücadelenin Avrupalılara karşı verilmiş olmasından bağımsız bir iç şekillenmeyi ifade etmekte. Bu bağlamda tüm pratikler ve söylemler, bize M. Kemal Atatürk ve cumhuriyet kadrolarının ana uhdesinin Misak-ı Milli sınırları içerisinde yeniden yapılanmış ve batılı değerleri özümsemiş bireylerden kurulu bir cumhuriyet olduğunu gösteriyor. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün ifade ettiği üzere, altına imza atılan tüm çağdaşlaşma politikaları ve inkılaplar, “Türkiye’de garbî bir hükümet vücuda getirebilme” amacını fazlasıyla kanıtlıyor. ***

Dolayısıyla cumhuriyet kadrolarının, batılı fikir yapısına sahip bir zihniyetin devlet ve toplum katmanlarında egemen hale gelmeden modernleşmenin mümkün olamayacağı inancını paylaştıkları da açıkça görülüyor.

Bunlardan hareketle “ulusalcılar batılılaşmada M. Kemal Atatürk düşüncesinin neresinde?” diye bir soru sorduğumuzda, zihniyet bağlamında çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktayız. Biraz yüzeysellikten uzak bir bakış, bize M. Kemal Atatürk’ün fikirlerinin bu marjinal akımdan soyutlanarak analiz edilmesi gerektiğini söylüyor.

Ne var ki bir fikrin veya fikirler bütününün reklamı, onu temsil ettiğini iddia eden kitlelerin davranışlarıyla şekilleniyor. Söz konusu fikirler bütünü özünde farklılıklar gösterse bile, o fikri sahiplenen insanların tavırları onun algılanışını kaçınılmaz olarak etkiliyor. Dolayısıyla oligarşik bürokrasinin politikaları sonucu halihazırda kapsayıcılık yönünden ciddi bir kriz yaşamakta olan Kemalizm’in, batılılaşma cenahında da ulusalcı kitlelerin tavırlarıyla ciddi bir düzey kaybına uğradığını görmekteyiz. Bu açıdan söz konusu analizin ancak sınırlı oranda bir anlam ifade edebileceğini ve Kemalizm’deki onulmaz yıpranmayı geri çevirmeye hiçbir şekilde yetmeyeceğini teslim etmek gerekiyor.

Sonuç olarak, 2000’li yılların hızla değişen global dinamiklerini anlamlandırabilmek için sürekli olarak seksen yıl öncesine vurgu yapmak ve bundan hareketle çözüm üretmeye çalışmak sağlıklı bir yaklaşım olmaktan uzak ve kendi içerisinde bir dogmalaşmanın ta kendisi.

Ancak rasyonel olsa da olmasa da, Türkiye şartlarında söz konusu kesimlerin bakış açısını bizzat kendi dayanaklarını kullanarak çürütmek önem taşıyabilir. Zira laik kesim içindeki kırılmanın otoriter kanadını temsil eden bu akımın sloganlarla gölgelemeye çalıştığı jakoben karakteri, bazıları için bu şekilde çok daha rahatlıkla ortaya dökülebilir.

Belki böylelikle, ulusalcıların nihai amacının ülkenin “bağımsızlığı” değil, “bürokratik iktidarın bekasını temin” olduğunu fark edebilecek bireylere az da olsa rastlama olasılığımız da yükselebilir.



Kaynaklar:

* Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı (Turhan Kitabevi, Ankara 1896)
** Bernard Lewis, Türkiye: Batılılaşma (University of Chicago Press, 1955)
*** Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III (TTK yy. Ankara,1959
)

23 Haziran 2008

Thursday, June 12, 2008

İdeoloji cübbesi


Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini açık bir biçimde ihlal ederek ve bizzat kendisini meşrulaştıran anayasanın amir hükümlerini hiçe sayarak vermiş olduğu iptal kararı daha uzun süre tartışılacağa benziyor. Hâlâ pek çok siyasetçi ve hukukçunun, mahkemenin vardığı hükmün ne denli “kanun dışı” olduğunu Anayasayı ve içtihatları referans göstermek suretiyle ispat etmeye çalıştığını görmekteyiz.

Ne var ki, iptal kararın altına imza atan yapının temel felsefesini ve işleyişini göz önüne aldığımız zaman, bunların ne kadar naif ve beyhude çabalar olduğu kendiliğinden ortaya çıkmakta. Çünkü yapının “hukuksal” olmak gibi derdi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Zira bu yapının arka planını oluşturan zihniyet, hukukun ve demokrasinin hakim olması durumunda onlarca yıldır dayata geldiği çağdışı mekanizmanın kırılacağının çok iyi farkında ve her yaptığıyla da bunu belli ediyor. Söz konusu olgu ise yeni bir tespit olmaktan uzak ve Yaşar Büyükanıt’ın, “malumun ilanı” sözleri bu durumu en iyi tanımlayacak ifadelerden biri.

Zaten rejimin niteliği bağlamında Türkiye’de hukukun ne şimdi ne de geçmişte temel belirleyici bir rol üstlenebildiğini görebiliyoruz. Hukuksallıktan özellikle kaçınmış olan statükonun ise her ahval ve şeraitte tek ve biricik bir referansı olageldi: “devletin resmi ideolojisi”.

Nitekim yakın geçmişe kısa bir bakış, zaten eksik olan hukuksal tabanın zamanla nasıl tamamen ortadan kaldırıldığına ve yerine ne şekilde kaba bir devletçi mantığın oturtulduğuna tanıklık etmemizi sağlayabilir.

Kökleri çok daha eskiye uzansa da, devletçi yapının yeni bir boyut kazanmasının ve bugünkü pozisyonunu almasının başlangıç noktasını 28 Şubat olarak belirleyebilmek mümkün. Nitekim sistemin bekası açısından “kritik” devlet makamlarına çok daha fazla değer yüklemeye başlandığı dönem de bu sürece rastlamakta.

Organların yeniden yapılandırılmaya tabi tutulduğu bu zaman diliminde, tıpkı YÖK ve üniversiteler gibi yüksek yargının işlevleri de yeniden dizayn edilmiş ve yüksek yargı kurumları oligarşik bürokrasinin bir parçası olarak tasarlanmıştı. Nitekim devlet işleyişi açısından stratejik öneme sahip olduğu bilinen bu kurumların üyelerinin söz konusu amaç doğrultusunda belli kriterlere ve zihniyet kalıplarına binaen özenle belirlendiği ve bu kriterlerin içinde hukukun ön sıralarda yer almadığı herkesçe bilinen bir gerçekliği ifade etmekteydi.

Bu noktada en önemli rol, yapının devlet yönetimi içerisindeki baş aktörü olarak konumlanmış son derece “yetkili” ama icraatlarından “sorumsuz” bir cumhurbaşkanı tarafından oynanmaktaydı. Nitekim Ahmet Necdet Sezer de atamalar konusunda kendisine biçilen görevi hakkıyla yerine getirdi ve amaca uygun bir yüksek yargı kompozisyonu oluşturulmuş oldu. Böylece iktidara gelecek partinin resmi ideoloji doğrultusunda “dizginlenmesi” mümkün olacak ve yasamanın “haddini aşması” sözde bir hukuksal mekanizma tarafından engellenebilecekti. Bu sayede ordunun olaylara müdahil olmasına da gerek kalmayacak ve sistem kendi denklemleri içerisinde resmi ideoloji karşıtı kalkışmaları bertaraf edebilecekti.

Ancak evdeki hesap çarşıya pek de uymadı.

Nitekim siyasi ve ekonomik anlamda tam bir felakete yol açan 28 Şubat’tan yalnızca beş yıl kadar sonra Ak Parti’nin tek başına iktidara gelmesi, üstüne üstlük devletsel denetimin en hayati unsuru olan cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişiyi kendi geleneğinden gelen bir isimle belirlemeye niyetlenmesi, e-muhtıralara kadar giden bir süreci tetiklemiş oldu. Çünkü statüko açısından cumhurbaşkanlığı makamının yitirilmesi, tüm vesayetin ciddi anlamda tehlike altına girmesini ima etmekteydi ve bu asla tahammül gösterilebilecek bir keyfiyet değildi.

Anayasa Mahkemesinin de bu derece etkin bir güç olarak devreye girmesi bu zamana rastlar. Bu bağlamda 367 kararı, artık yasaları ve yöntemleri “hukuka” göre değil “devlet ideolojisi”ne göre denetlemekle muvazzaf yeni bir Anayasa Mahkemesi görmekte olduğumuzu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya yetmişti.

Günümüzde de aynı mantık hâlâ devam etmekte ve hali hazırda benzer bir durum yaşanmakta. Dolayısıyla evrensel hukuk ilkeleri ve temel hak ve özgürlüklerle birebir uyum içerisinde olan bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi benzeri “rejim bekçileri” tarafından devletin âlî menfaatlerine uygun bulunmaması ve hukuk dışı gerekçelerle iptal edilmesi Türkiye için son derece olağan.

Ne var ki mahkemenin son aksiyonunun hiçbir orijinalliği yok da değil.

Görünen o ki, “hukuk devleti” ilkesini hasıraltı edeli uzun zaman olan yüksek yargı, aldığı son kararla gerekirse bununla da yetinmeyeceğini ve “yüce rejimi” korumak için sistemin kendi ürettiği anayasayı bile çiğnemekten çekinmeyeceğini herkese ilan etmiş oluyor.

Anlaşılan yüce yargıya göre, 12 Eylül Anayasası bile topluma bol gelmiş durumda.

Mahkemedeki dokuz üyenin nasıl bir rejime özendikleri bilinmez, ancak bunun hukuk devleti olmadığı kesin. Hatta “kanun devleti” demek bile olanaksız, çünkü kanunlar ve anayasa bile mahkeme üyelerine göre rejimi korumada yetersiz kalabiliyor. Belki de en iyisi, her demokratik talep karşısında onun rejime uygunluğunu keyfi olarak denetleyebilecek bir “rejim yargıçları sultası”, yani “jüristokrasi”. Böylece kanunların yakalayamadığı “demokrasi hinliklerinin” önüne de geçilmiş olur ve her daim tehlikede olan rejim rahat bir nefes alabilir.

Durum tüm vahametiyle bu denli meydandayken hâlâ yargıya güven duyulmasından bahsetmek ise ya açık bir kastı ya da gizli bir samimiyetsizliği ima ediyor. Zira bu statükoyla Türkiye’nin demokratik bir ülke olmayı başarabilmesinin asla mümkün olmadığı gayet net ve açık bir biçimde ortada, çünkü karşımızda toplumsal dinamiklerin önünü gayrı hukuksal yapılarla kesmeyi ve böylelikle değişim baskısından kurtularak “ağız tadıyla” tepeden inmeci yapıyı sürdürmeyi amaçlayan bir zihniyet söz konusu.

Ne var ki bu uzak görüşlü ve gerçekçi bir mantık olmaktan oldukça uzak.

Zira bu zihniyet sadece Türkiye’deki iç dinamiğe karşı mücadele etmekle kalmıyor, aynı zamanda 1930’ların öngördüğü şekillendirici ulus devlet modelinin halen geçerli olduğu sanısıyla kendi içine kapanıp dünyayla bağlantılarını koparmak suretiyle küresel değişime de karşı koymaya çabalıyor.

İşte tam da bu noktada, statükonun en büyük çıkmazı açığa vurulmuş oluyor.

Çünkü küresel değişimin dünyada daha demokrat yapıları zorladığı ve tüm toplumlarla birlikte Türkiye toplumunu da ister istemez o yöne çektiği apaçık meydanda. Artık devletlerin kendilerine göre tanımladıkları ve vatandaşlarına empoze ettikleri ulus devletçi “modern” oluşumlar çatırdıyor ve daha fazla özgürlük içeren, bireylerin kimliklerini rahatça ifade edebildiği ve farklı sentezlerin yaşam alanı bulabildiği post modern yapılar oluşmaya başlıyor.

Böyle bir global değişimin tam da ortasında duran Türkiye’de statik yapının varlığını devam ettirebilmesi ise olanak dahilinde değil. Zaten yakın geçmiş de, şekil değiştiren toplumsal katmanlarla beraber ister istemez kendilerini yenilemek zorunda kalan kurumsal yapılanmaları gözler önüne sermekte. İşin ironik tarafı, bu değişimin en hızlı ve belirgin örneklerinden bir tanesinin Türkiye’nin toplumsal dokusunda yaşanıyor olması ve statükonun bu gerçekliği sanal zannederek ona karşı koyabileceği hayaline kapılması.

Bunları algılayabilmekten son derece uzak bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Ancak statükonun neyi görmek isteyip istemediği, neyi yapıp yapmadığı varacağı sonuç bağlamında pek de önemli değil.

Bu açıdan toplumsal ve küresel dinamiğin uzun vadede her türlü kalıbı yıkacağını bilmek, bu kaba devletçi pratikten zarar gören birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için belki de biraz olsun rahatlatıcı olabilir.


12 Haziran 2008

Wednesday, June 4, 2008

Ulusalcıların tarih kurgusu


Çağdaş bir demokrasiyle yönetilme şansı bulamayan toplumların tarih algısı, çoğu zaman onu aktaran otoritenin ideolojik amaçları doğrultusunda şekillenebiliyor. Bu olguyu “tarihin belli bir amaç için araçsallaştırılması” şeklinde nitelendirmemiz de mümkün.

Bu algı sürecinin ilk aşaması, sistemin bekası endişesini taşıyan statüko tarafından, kendi ideolojisinin doğruluğunu her fırsatta vurgulayan ve tarihsel olayları bu yönde manipüle edilmiş bir biçimde sunan bir “resmi tarih” eğitiminin kitlelere verilmesinden geçmekte.

Retorikler ve simgelerle donatılmış böyle bir eğitimin çok uzun yıllar sürmesi ve aykırı anlatımlara set çekilmesi, birkaç nesil sonra kendilerine yansıtılan tarihin mutlak doğruluğunu kabullenmiş olan kitleler yaratabiliyor.

Ne var ki iç dinamiklerden kaynaklanan güçlü talepler ve küreselleşme statükoyu uzun vadede kaçınılmaz olarak daha esnek davranmaya zorluyor ve yasaklanmış muhalif anlatımların sesi böylece daha çok çıkmaya başlayabiliyor. Üstelik bu aykırı seslerin kaynak ve belge bakımından sağlamlığı, statükoyu çok daha güç bir konumda bırakabiliyor.

Böylelikle, resmi tarihle yoğrulmuş kitleler de bir ikilemle karşı karşıya kalmış oluyorlar.

Bir kesim doğru bildiklerini sorgulamaya başlıyor ve iyi-kötü gerçekliklerle yüzleşmeye hazır olduğu mesajını veriyor. Diğer bir kesim ise daha tutucu davranarak tüm yaşananların kirli bir oyun olduğunu varsayıyor, resmi tarihe daha sıkı sarılıyor ve hızlı bir mantıktan kopuş silsilesinin içerisine yuvarlanıyor.

Türkiye’de yaşanan durum da bundan pek farklı değil ve laik cenahta ciddi bir kamplaşma söz konusu.

Bir tarafta, ülkenin büyük bir demokratik dönemecin eşiğinde olduğunun farkında olan ve değişim yönünde destek veren demokrat bir kitle var.

Genel olarak devlete ve onun kendilerine anlata geldiği tarihe inanmış olan bu kitlenin son yaşananlardan ötürü ciddi bir geçmişi sorgulama süreci içerisine girdiğini gözlemleyebiliyoruz. Çünkü hem bir reform süreci yaşanması gerektiğine inanıyorlar hem de bir zamanlar söylemlerine inandıkları kişi ve kurumların aslında ne denli bağnaz olabileceklerini bizzat gözlemlemek onları resmi tarihin doğruluğu konusunda şüphe içerisine düşürmüş durumda. Zira statüko savunucularının halihazırda yaşanmakta olanları bile ne derece manipüle edebildiklerini gördüklerinden bu yana, aynı zihniyetteki otorite tarafından kendilerine öğretilenlerin doğruluğu konusunda “acaba” sorusunu sormadan edemiyorlar.

Beri yanda ise resmi tarihe her zamankinden daha sıkı sarılan, statükonun amansız savunucuları ulusalcıları görmekteyiz.

Bilindiği üzere ulusalcıların kendilerine özgü bir tarih şablonu ve bundan elde ettikleri, birbirini tekrar eden söylemleri var. Bu söylemlerin ortak özelliği, derin bir analizden uzak olmaları ve hemen hemen tamamında tümevarım yönteminin kullanılmış olması. Ancak bu, bilimsel değil maksatlı bir tümevarım. Bu bağlamda örnekler çoğu zaman kasıtlı bir şekilde seçiliyor ve genelleme yöntemiyle bir kitlenin veya fikrin kötülenmesi için kullanılıyor.

Örneğin Kurtuluş Savaşı’na destek vermiş yüzlerce din adamı, tarikat şeyhi, müderris ve müftü dururken Mustafa Sabri Efendi’nin mücadele karşıtı fetvaları öne çıkarılarak “dinciler”in ihanetinden bahsedildiğine tanık olabilirsiniz. Benzer şekilde dünya savaşında ve milli mücadelede kan dökmüş on binlerce Kürt veya Arap kökenli vatandaşın göz ardı edilip tüm vurgunun Şerif Hüseyin ve Şeyh Sait’in ayaklanmalarına yapıldığı da malum.

Böylesine mantıktan ve objektiviteden uzak bir zihniyetin önermeleri sosyolojik anlamda ciddiye alınır olmaktan çok uzak, ancak kendi mensuplarını motive etme bağlamında hayli etkili.

Çünkü ulusalcığa gönül verenler bunlara adeta iman edip aynı sloganları yıllardır tekrarlamaktan bir bıkkınlık duymuyorlar. Üstelik bu motivasyonları hız ve ivme kazanarak devam ediyor.

Ancak inandırıcı olmasa bile yargılarda bulunmadan önce kitaplara azıcık göz atmakta fayda olabiliyor. Aksi takdirde başınıza olmadık işler gelebilmekte

Örneğin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın Ak Parti’nin kapatılması için hazırladığı iddianamede “mürteci” olarak suçlanan İngiliz Muhipler Cemiyeti başkanı Sait Molla’nın aslında dinle yakından uzaktan bir alakasının olmadığı ortaya çıkması ulusalcılar açısından oldukça can sıkıcı bir durum.

İşin ilginci, bu şahıs Osmanlı’da Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve Şûra-i Devlet (şimdiki Danıştay) üyesiymiş. Yani kendisini molla zanneden Abdurrahman Yalçınkaya ile meslektaşmış.

Anlaşılan aydınlık cumhuriyetin usçu bireyleri, lakabı her “molla” olanın din adamı olması gerekmediği ayrıntısını atlayıvermişler.

Daha da trajikomik olan bir konu, yine Yalçınkaya’nın kendisinden “cumhuriyet kurulduktan sonra İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat çığlıklarıyla ayaklandı” diye bahsettiği Derviş Vahdeti’nin de cumhuriyet kurulmadan on dört sene önce, yani 1909’da asılmış olduğu.

Meğerse Vahdeti, 31 Mart ayaklanmasına öncülük edenlerden biri olduğu için infaz edilmiş ve cumhuriyeti görmeye ömrü vefa etmemiş. Haliyle de göremediği bir şeye karşı ayaklanması mümkün olmamış.

Neyse ki önemli olan üzümü yemek değil bağcıyı dövmek. Dolayısıyla ulusalcılar için saçmalamanın hiçbir sınırı yok.

Öyleyse siz de buyurun, atış serbest!

4 Haziran 2008

Tuesday, May 27, 2008

Yargı bağımsızlığı mı, yargısal elitin keyfiliği mi…


Hukuk devletinde bağımsız yargı, kuvvetler ayrılığı prensibi bağlamında hiç kuşkusuz vazgeçilemeyecek değerlerden bir tanesi. Çünkü bağımsız yargının varlığı yasama ve yürütme organlarının denetimi açısından kritik bir önem taşıyor.

Nitekim tüm demokratik ülkelerde işleyiş bu şekilde.

Ne var ki söz konusu işleyişin sağlıklı bir biçimde yürüyebilmesi için yargının bağımsızlığı kadar hayati başka bir faktör daha var: “yargının tarafsızlığı”.

Tarafsız olmayan bir yargı mekanizması, her şartta evrensel hak ve hukuktan yana tavır alması gereken demokratik anlayıştan farklı bir duruşu ifade edebiliyor ve söz konusu mekanizma olgulara ideolojik gözlüklerle bakmayı yeğleyebiliyor. Bu gerçekleştiği takdirde de yargı erki desteklemekte olduğu ideoloji yanında saf tutuyor, adalet terazisini elden bırakıyor ve bir siyasal görüşün aracı haline geliyor.

Yargının bağımsızlığı da böylece otomatikman “yargının keyfiliği”ne dönüşmüş oluyor.

Bu çeşit bir keyfilik sadece yargıya olan güveni yıpratmakla kalmıyor, hukuk devleti kavramını da sulandırıyor.

Türkiye’de geçen hafta yaşanan “y-muhtıra” olayı, egemen devlet ideolojisine ait dünya algılayışının yüksek yargı organları tarafından paylaşıldığını ve yargının bu yönde taraf olduğunu şüpheye meydan vermeyecek bir şekilde teyit etti.

Bu oldukça şanssız, ama Türkiye için bir o kadar da alışılagelmiş bir durum.

Çünkü cumhuriyet kurulduğundan bu yana muhtıralarda, darbelerde ve demokrasinin sekteye uğratıldığı kalkışmalarda yargısal elitin en azından düşünsel bir desteği esirgemediğini biliyoruz. Kendilerinin de bu gerçekliği inkar ettikleri pek söylenemez, zira Tansel Çölaşan’ın 1960 darbesini kutsayıcı sözleri bu zihniyetin halen sürdüğünün bir göstergesi.

Bu denli siyasallaşmış bir yargının sert eleştirilerin muhatabı olması gayet normal. Çünkü kabul etmek gerekir ki siyasal iktidarın ve demokrat unsurların bu keyfiliğe sessiz kalması ve eylemsizliği tercih etmesi çok da beklenebilecek bir tavır değil.

Ancak yargısal elitin en önemli kurumlarından ikisi olan Yargıtay ve Danıştay’ın canı artık epeyce sıkılmış olmalı ki, geçen hafta peş peşe yayımladıkları bildirilerde bu konuya değinmeden edemediler. Kamuoyundan kendi bakış açılarına yönelik eleştirileri sert bir dille kınayan bu iki kurum, tarafsız bir yargı talebinde bulunanları da, “maksadı belli iktidar yandaşları” olmakla suçladılar.

Böylelikle yüksek yargı, ideolojik cübbesini kuşandığını bir kez daha kendi ağzıyla itiraf etmiş oldu ki bunun bir sürpriz olduğu iddia edilemez.

Bildirilerde dikkat çekici diğer bir nokta da, verilen kararların sorgulanmazlığı bağlamında "yargının bağımsızlığı"na ısrarla vurgu yapılıyor olması.


Yargısal elit bu yolla kendi tarafgirliğini normal saymakla kalmıyor, icraatlarının tamamının “yargısal bağımsızlık” zırhı içerisinde mütalaa edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Yani adaletin en önemli unsuru olan tarafsızlık ilkesini ayaklar altına almış olmasının hiçbir yaptırımına katlanmak niyetinde olmadığını açıkça ilan ediyor.

Her nedense, statükoyu korumak için toplum üzerinde baskıyı meşru gören kurumların bağımsızlığa pek meraklı olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu sadece Türkiye için değil, tüm dünya için kabul görecek bir saptama.

Örneğin İran’da rejimi muhafazayla görevli Anayasayı Koruma Konseyi de bağımsızlık konusunda son derece hassas ve Türkiye’deki muadilleriyle ciddi benzerlikler gösteriyor.

Bu konsey, milletvekili seçilecek adayların hayat tarzlarını kurcalamaktan meclisten çıkan kanunların rejime uygunluğunu denetlemeye kadar geniş bir yetki alanında söz sahibi.

Rejimin yüce çıkarları gereği pek çok haksız uygulamanın altına imza atan konsey, aldığı kararların ve yayımladığı bildirilerin hukuksuzluğu karşısında eleştiriye maruz kalmayı asla kabul etmiyor. Çünkü devlet ideolojisi safında bir taraf olmayı ve bağımsızlığını kullanarak toplum iradesi karşısında ceberut bir gölge gibi dikilmeyi doğal bir hak olarak görüyor.

İşin tuhafı, Türkiye’deki yargısal elit İran’daki statükoya ve onun organlarına özgürlükleri hiçe saydıkları gerekçesiyle tepki gösteriyor ve onları “kötü örnek” olarak ifşa ediyor.

Oysa aralarındaki benzerlikleri yakalayabilmek için gereken tek şey dönüp aynaya bir göz atmaları. Çünkü her ikisi de özgürlükleri tehdit olarak görüyor, çoğulculuktan hoşlanmıyor ve kendi rejimlerinin dünya algılayışını her türlü değerin üzerinde tutuyor.

Böyle bir gayrı hukuksallık altında da bağımsızlıktan dem vurup keyfiliklerini sonuna kadar meşrulaştırabilmenin hesaplarını yapıyorlar.

Bize de, anayasa ve kanunları evrensel hukuk ve çağdaş demokrasiyle uyumlu hale getirmenin ne derece önemli olduğunu kavrayabilmek kalıyor. Çünkü adam gibi bir yargı sistemine sahip olabilmenin ve yargıyı “insan hakları ve hukukun üstünlüğü”nün denetimine sokabilmenin tek yolu buradan geçiyor.

Zaten statükonun en fazla endişe duyduğu değişim de bundan başka bir şey değil.

Yoksa siz, statükonun yeni anayasa taslağına niçin bu denli karşı çıktığını hiç düşünmediniz mi?


27 Mayıs 2008

Friday, May 23, 2008

Türkiye bir hukuk devleti değil


Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değişmez maddelerinden birinde kendine yer edinmiş olan hukuk devleti ilkesi, yargısal elitin sıklıkla kullandığı bir kavram. Bu bağlamda Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarının üyeleri, kurumlarına karşı eleştiriler söz konusu olduğu zaman genellikle bu ilkeye atıfta bulunarak yanıt vermeyi (ya da vermemeyi) tercih etmekteler.

Emekli yargı mensuplarının birçoğunu da bu genellemeye dahil edebiliriz.

Bunların başında rejimi her türlü aykırılığa karşı korumayı kendilerine görev belleyen, parti kapatmalar konusunda uzmanlaşmış Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu gibi isimler gelmekte.

Göğüslerini halk iradesine siper etmekle muvazzaf bu şahısların hukukun üstünlüğüne ısrarla vurgu yapıyor olmaları, doğal olarak “hukuk devleti”nin ne olduğu konusunda insanların aklında birtakım şüpheler uyandırabiliyor. Çünkü rejimin âlî menfaatleri söz konusu olduğunda, yargıçların tüm hak ve hukuku bir kenara bırakıp devletten yana taraf olmaları gerektiğini ifade edecek kadar jakoben bir tavır sergileyen bu kişilerin hukukun üstünlüğünden dem vurmaları itiraf etmek gerekir ki biraz kafa karıştırıcı.

Fakat ortada pek de çelişkili bir durum söz konusu değil. Zira anti demokratik anlayışların tahakkümü altında hazırlanmış yasalar çoğu zaman hukukla ilintili olamayabiliyor.
Bilindiği üzere hukuk devleti, hak merkezli ve bireyi öne çıkarıcı, insan haklarına ve toplum iradesine saygıyı esas alan bir yönetim biçimini ifade etmekte. Bu ilkeler devlet tarafından temel kabul ediliyor, böylece birey ve toplum hakları kanunların yapıtaşını oluşturuyor. Haklar genişleyip yeni boyutlar kazandıkça yasalar da ona uygun bir biçimde revize ediliyor
Oysa bundan yeterli nasibi almamış bir kanun devleti, hukuksal dayanağı olmayan kuralların yazılı olduğu bir kanunlar topluluğuna dayanabiliyor. Burada devletin ve onun temsil ettiği ideolojinin korunması, birey ve toplum haklarından daha büyük bir öneme sahip oluyor. Bu zihniyet de bürokratik bir elitin, askeri cuntaların veya diktatörlerin güç sahibi olduğu devletleri ima ediyor.
Türkiye’de de kanunların hukuksallığı bağlamında ciddi sıkıntılar söz konusu.

Örneğin hiçbir hukuk devletinde Türkiye’dekine benzer bir siyasi partiler kanunu bulunmamakta. Bu nedenle bir hukuk devletinde hiçbir kovuşturmaya tabi tutulmayacak söylem ve uygulamalar, Türkiye’deki parti kapatmalar için delil teşkil edebiliyor.

Veya pek bir eşi ve benzeri olmayan çift başlı yargı sistemi neticesinde, sivil mahkemenin konusu olacak işlemler askeri mahkemelerin görev alanına girebiliyor ve ortaya çok farklı kararlar çıkabiliyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Hal böyleyken, bu mekanizmanın ürettiği sonuçlara getirilen eleştirilere karşı “hukuk devleti” kavramını kullanarak savunma yapmaya çabalamak, kendi içerisinde bir anlamsızlaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Çünkü savunulan statükonun ürettiği neticeler “yasal” niteliğe sahip olmakla beraber apaçık bir biçimde hukuk dışı.

Bu sorunlu mekanizmayı en iyi şekilde tespit etmesi ve siyasi erki çözüm için cesaretlendirmesi gereken kesim ise elbette hukukçular. Ne var ki hukukçuların bu işlevi yerine getirebilmesi için her türlü ideolojiden ve tarafgirlikten uzak olmaları şüphe götürmez bir zorunluluk. Ancak bu şekilde genel kabul görmüş hukuk normlarını yakalamak ve özgür toplumların öngördüğü bir adalet sistemini hayata geçirmek mümkün olabilir.

Türkiye’de olduğu gibi yapıya ideolojik gözlüklerle yaklaşılması durumunda ise, sistemin bekasını sağlamak üzere kanunların hukukla bağının koparılması kaçınılmaz oluyor. Bunu açıkça itiraf etmek de mümkün olmadığı için, Kanadoğlu gibileri tarafından söz konusu yapının kamuoyuna “hukuk devleti” olarak yutturulmaya çalışılması gerekiyor.

Ancak tüm bu çabalar bile sürecin hukuksuzluğunu ortadan kaldırmaya yetmiyor. Çünkü evrensel ilkeler, yapılanların bir hukuk pratiği değil “anti demokratik yasalar tahakkümü” olduğunu gayet açık bir biçimde ortaya döküyor.

Yine de büyük bir karamsarlığa kapılmaya gerek yok. Çünkü Türkiye’nin iç dinamikleri, kırılamaz addedilen bu yapıyı son derece zorluyor. AB süreci de göz önünde bulundurulduğu takdirde, dış desteğin hayli güçlü olduğu söylenebilir. İkisi arasında sıkışan yargısal elitin statükoyu uzun vadede muhafaza edebilmesi pek olası görünmüyor.

Yapının tam anlamıyla kırılması ne zaman gerçekleşir bilinmez. Ama şu bir gerçek ki, bir hukuk devleti olmadığınız takdirde kanunlarınızın ve onları koruyan mekanizmalarınızın olması fazla bir şey ifade etmiyor.

Çünkü unutmayalım ki Hitler Almanya’sının da, Stalin Rusya’sının da, Franco İspanya’sının da yasaları vardı.

Ama hukuk devleti olabilmek bambaşka bir şey.


23 Mayıs 2008